“Medya”,
“demokrasi” ve “özgürlük” son yüzyılların önemli kavramları olarak
literatürümüze girdi ve ön plana çıktı. Ancak büyük kavgalar, tartışmalar ve
hukuki mücadeleler de beraberinde geldi. “Basın özgürlüğü” tartışması, demokrasi tarihinin en önemli
tartışmalarından biridir. “Basın ve ifade özgürlüğü nerede başlar ve nerede
biter?” Günümüzde de çözümlenememiş bu soruyu ele alan Prof. Dr. Jonh Keane, “Medya
ve Demokrasi” isimli kitabında tartışmayı tarihi süreç içerisinde ele alarak
günümüze taşımaktadır.
Jonh Keane
1949
yılında Avustralya’da doğan John Keane, Toronto ve Cambridge üniversitelerinde
eğitim aldı. Cambridge başta olmak üzere ülkesi dışında bazı üniversitelerde
hocalık yapan Keane, şu anda Sidney Üniversitesi ile Almanya’da Wissenschaftszentrum
Berlin Üniversitesi’nde profesör olarak görev yapmaktadır. Sidney Demokrasi
Derneği (SDN)’nin kurucusu olan Keane, özellikle demokrasi, medya ve sivil
toplum çalışmaları ile uluslar arası tanınırlığa kavuşmuş, kitapları pek çok
dile çevrilmiştir. Uzun süre Avrupa’da yaşayan Keane, soğuk savaş dönemlerinde,
özellikle orta ve doğu Avrupa’da, Erica Blair takma adıyla demokratik
muhalefeti teşvik edici, yazılar yazmıştır.[1]
John
Keane’nin 1991 yılında yazdığı Medya ve Demokrasi kitabı, yaklaşık 30 farklı
dile çevrilerek bu alanda adeta bir başucu kitabı haline gelmiştir. Bu aralar
ise Çin’de demokrasinin geleceği, Avrasya bölgesinde yükselen despotizm,
küresel kurumların büyümesi, 21’inci yüzyılda demokrasinin düşmanları, dijital
çağda, güç, kamusal alan ve basın özgürlüğü, din ve laikliğin tarihi, dil ve
tarih felsefeleri, temsili hükümetin kökenleri ve geleceği ve politik İslam’ın
tarihi konuları üzerinde çalışmaktadır. John Keane akademik çalışmalarının yanı
sıra bazı internet siteleri ile gazetelerde köşe yazıları da yazmaktadır.[2]
The Media and Demokrasy
(Medya ve Demokrasi)
John
Keane’nin yazdığı kitap, 1991 yılında Polity Press tarafından basılmıştır. Polity
Press, Anthony Giddens tarafından 1984 yılında kurulan, özellikle sosyal
bilimler alanında akademik yayınlar yapan önemli bir yayınevidir. Kitap,
Türkçe’ye 1994 yılında, Prof. Dr. Haluk Şahin tarafından çevrilmiş, beşinci baskısı
2015 yılında yapılmış ve Ayrıntı Yayınevi’nden çıkmıştır.
Türkçe
baskısı 190 sayfadan oluşan kitapta, Haluk Şahin ile kitabın yazarı John
Keane’nin ön sözleri bulunuyor. Kitap, Basın Özgürlüğü, Deregülasyon,
Demokratik Leviathan, Kamu Hizmeti Medyası ve Demokrasi, Riskler ve Geri
Adımlar olmak üzere 5 ana bölümden oluşmaktadır.
John
Keane, önsözde, kitabı niçin yazdığına ilişkin bir takım sorular sormakta ve bu
soruları da kitapta tartışmaktadır. Kitabın medya ile demokrasi arasındaki
ilişkileri yeniden düşünmek için bir rehber olduğunu ifade eden Keane, devlet
sansüründen kurtulma ve “basın özgürlüğü” ile ilgili modern idealler nasıl
ortaya çıktı? Bu idealler yirminci yüzyılda yeni tür devlet sansürleri, ulus
ötesi medya holdingleri ya da elektronik medya tarafından yıkıldılar mı? Yeni
sayısal teknolojiler, uydudan yayınlar ve yayımcılık ile telekomünikasyonun
birleşmesi bu idealleri destekliyor mu, yoksa zayıflatıyor mu? Yurttaşların
medya aracılığı ile özgürce ve eşitçe iletişimde bulunması yirminci yüzyıl
sonunda gerçekleşme şansı olan bir ideal midir?[3] gibi sorular sormaktadır.
John
Keane, bu sorulara ne sosyal bilimlerin ne de yazılı ve elektronik basının
cevap verdiğini ifade ediyor. Siyaset felsefecilerin ise adalet, özgürlük,
cemaat ve demokrasi gibi kavramları soyut olarak tartıştıklarına değinen Keane,
medyanın ise onların ilgi alanına girmediğinden yakınıyor. Keane, sosyologlar
ile medya araştırmacılarının ise daha çok izleyici tepkileri üzerinde
durduklarına, büyük şirketlere ait medya ile yeni enformasyon teknolojilerinin
kültürel sonuçlarını çözümlemekle uğraştıklarını belirtiyor. Kitabın önsözünde
Keane, McLuhan’a da isim vermeden göndermede bulunmakta, “Parlak fikirli
aydınlar kitap okuma merakının sona ereceğini ve çağdaş yaşamın, hızlı kurgulu,
üç dakikalık kültür satan medya şarlatanlarının egemenliği altına gireceğini
tahmin ediyorlar”[4]
ifadesini kullanmaktadır. Marshall McLuhan, Understanding Media isimli
çalışmasında, kitle iletişim araçlarındaki gelişme, özellikle televizyon, ile
kitabın öneminin azalacağını öne sürmüş ve bu savı ile özellikle akademi
dünyasının yoğun tepkisiyle karşılaşmıştı.
John
Keaen, özellikle batı demokrasilerinde iletişim teknolojilerinin öneminin
gittikçe arttığına değindikten sonra, “Ne var ki, hemen hiç kimse demokratik
idealler ve kurumlar ile çağdaş medya arasındaki ilişki konusundaki temel
soruları sormuyor”[5]
ifadesini kullanmaktadır. Keane, kendi ifadesiyle “Pazar liberalleri”ni bunun
dışında tutmuş, ancak onların ilgisini de “kaygı uyandırıcı” olarak
nitelemiştir.
Son yıllarda Amerika
Birleşik Devletleri, İtalya, Almanya, ve İngiltere gibi ülkelerde
“deregülasyon” yanlıları medyanın geleceği konusundaki tartışmada başkalarını
bastırmış durumdalar. Bu görüşün savunucuları ulus ülke sınırları içinde
bulunan kamusal ve özel iletişim araçlarının karışımı konusunda sordukları
sorularla karşılarındakileri sarstılar, kullandıkları dil, medyanın devlet
merkezci medya yorumlarını bunalıma soktu. Bu Pazar liberalizmi, kamu çıkarı
için yayımcılık yapanların ve devlet memurlarının tüylerini diken diken ediyor;
Polonya, Macaristan, Çek ve Slovak Federal Cumhuriyeti gibi komünizm sonrası
rejimlerde Pazar liberalizmi göz kamaştıracak ölçüde destek kazanıyor. Pazar
liberalizmi sayesinde basına ve özellikle radyo-televizyon yayımcılığı ve
telekomünikasyona ilişkin kamu politikaları modası geçmiş bazı kavramlarla
ifade ediliyor: devlet sansürü, bireysel seçim, serbestleşme ve Pazar rekabeti
gibi. “denetim ve kıtlık yerine özgürlük ve seçeneklerin” belirleyeceği yeni
bir iletişim çağının başlamak üzere olduğuna işaret ediliyor.[6]
John
Keane, kitabında liberal düşüncenin, yukarıda ifade edildiği şekliyle
özelleştirme ve deregülasyon dillendirmelerine karşı çıkmakta, Pazar
liberalizminin, “Pazar sansürü”nü beraberinde getirdiği, bununla birlikte
siyasal sansür sorununu da çoğunlukla çözmediğini öne sürmektedir. Pazar liberalizmine yönelik eleştirileri
Keane’nin kamu yayıncılığı taraftarı olduğu sonucunu da ortaya çıkarmamalıdır. Buna
rağmen Keane, “dengeli” ve “kaliteli” yayıncılık yaptığı yönünde kamu
yayıncılığını olumlayan görüşleri de sorgulamaktadır.
İletişim medyası,
demokratik olmayan devletler ve demokratik olmayan Pazar güçleri tarafından yönetilen
yurttaşlar çoğunluğuna güç kazandırmaya çalışmalı, medya, siyasi ya da ekonomik
iktidar sahiplerinin kişisel kazancı ya da karı için değil, tüm yurttaşların
kamusal yararı ve eğlencesi için kullanılmalı.[7]
Basın Özgürlüğü
John
Keane her bölüme tanınmış bir ismin vecizesiyle başlıyor. Basın Özgürlüğü
bölümü için Thomas Jefferson’ın* “Gazetesiz
bir hükümetmiz mi, yoksa hükümetsiz gazetelerimiz mi olsun sorusuna cevap
vermek bana düşse, bir an tereddüt etmeden ikinciyi seçerdim” sözü
seçilmiştir.
John
Keane, bu bölümde basın özgürlüğü fikrinin, özellikle İngiltere’de doğuşunu ele
almış, konuya ise Thomas Paine’nin gıyabi olarak yargılandığı davayı detaylı
bir şekilde anlatarak başlamıştır. Paine, bugün de önemini koruyan Rights of
Man (İnsan Hakları) isimli kitabın yazarıdır. Sözkonusu kitabında Paine,
cumhuriyeti savunmuş ve İngilizlere monarşiyi yıkma çağrısında bulunmuştur.
1792’de ise “fitneci iftira” suçlamasıyla yargılanmaya başlamıştır.
Thomas Paine’in
aleyhindeki iddia, mahkemeye Spencer Perceval (17 yıl sonra İngiltere Başbakanı
olmuştur) tarafından okundu. Paine, kendi ülkesine ihanet etmiş, Amerikan ve
Fransız devrimlerini desteklemiş, Parlamento’ya, Kral’a ve değerli 1688
Antlaşması’na karşı çıkmış ayyaş bir serseri olarak betimlendi. Mahkeme
salonunda çıt çıkmıyordu. Perceval okumaya başlamıştı: “Londralı Thomas Paine…
aşağılık, habis, fitneci ve kötü ruhlu bir kişi olup… bir zamanlar orange
Prensi iken daha sonra İngiltere Kralı olan Haşmetmaap William… tarafından ve
Tanrı’nın yardımıyla gerçekleştirilen o mutlu devrimi… kötülemek ve aşağılamak
amacıyla… o mutlu devrime ve Kralımıza ve de bu Krallığın parlamentosuna karşı…
fitneci iftiralar ihtiva eden… İnsan Hakları, ikinci Bölüm adlı iftira metnini
yazmış ve yayımlamıştır”[8]
Thomas Paine’yi Galler
Prensi’nin Başsavcısı Thomas Erskine savunmuştur. Erskine’in görevi neredeyse gerçekleştirmesi
olanaksız bir şeydi. İddia makamı ile jüri sanığa açıkça düşman olduğu gibi,
Erskine’in kendisi de mahkeme öncesinde tüm muhafazakar parti gazetelerinde
Paine yanlısı olmak ve için için Fransız Devrimi’ni desteklemekle suçlanmıştır.
Ancak, Erskine’in parlak bir hukuk zekası olduğu biliniyordu. İyi bir
konuşmacıydı, uzun söylevler vermekten hoşlanırdı. 18 Aralık 1792’de de öyle
oldu. Söylevi dört saatten fazla sürdü.[9]
Erskine,
savunmasında Thomas Paine’nin suçlandığı “fitneci iftira” suçunun İngiliz
Anayasası’da yer alan basın özgürlüğüne aykırı olduğunu temeline oturtmuş,
parlamentonun her zaman egemen güç olduğu görüşüne karşı çıkmıştır.
Erskine, yayına ilişkin
konularda, Parlamento’nun sahip olduğu erk bireylerin özgürce konuşma ve
fikirlerini yayımlama hakkıyla sınırlıdır. Her bireyin bilgi oksijenine
ihtiyacı vardır. Yurttaşların dillerinin, belinlerinin ve gözlerinin
yönetilmesi kabul edilemez. Basın özgürlüğü Tanrı tarafından ihsan olunmuş,
değiştirilmez bir doğal haktır. Dünyasal hiçbir gtüç ona tecavüz edemez, hele
kendi paçalarını kurtarma sevdasına düşmüş kokuşmuş hükümetler asla edemez.
Özgür bir basına sahip olmak, bireylerin hükümete karşı kullanabilecekleri bir
kozdur. Herkes onun oluşumuna ilişkin ilkeleri çözümleyebilir, hata ve
kusurlarını gösterebilir, yolsuzluklarını inceleyip yayımlayabilir, yurttaşları
bu yolsuzlukların feci sonuçları hakkında uyarabilir.[10]
Thomas
Erskine’nin bu uzun savunması Paini’i kurtarmaya yetmedi. Jüri kesin kararını
açıklayarak, Paini’i suçlu bulduğunu ilan etti. Bu sırada mahkeme salonunda
bağrışmalar Erskine’nin içeri atılmasını isteyenler olmuştur. Bunun üzerine
Erskine salonu dışarısına çıkarılmıştır. Ancak herkes gördükleri karşısında
şaşkına dönmüşler, büyük bir kalabalıkla karşılaşmışlardır.
Binlerce destekçi
toplanmış “Erskine çok yaşa!” diye tezahürat yapıyordu. Bu arada jüriyi yeren,
basın özgürlüğünü öven bağırışlara da rastlanıyordu. Whig ve Radikal Parti gibi
muhalif grupların temsilcileri Erskine’nin arabasının atlarını çözüp, Serjeant
Inn’deki evine kadar kendileri çekmeyi önerdiler. Erskine öneriyi kabul etmedi.
O gün yaptığı iş nedeniyle çok yorgun düştüğünü ve lütufkar taraftarları
atların arabaya bağlı kalmasına izin verirlerse çok onur duyacağını ifade etti.
Nazik ricası bir işe yaramadı. Kalabalık ileriye atıldı. Atları çözüldü,
koşumlar toplandı ve Erskine’in arabası alkışlar arasında dar sokakrlar
arasından çekilerek ilerledi. Topluluk Cheapside’a girdiğinde kalabalık daha da
arttı. Erskine’i ve basın özgürlüğünü destekleyen bağırışlar daha da yükseldi.
Pencereler açıldı. Ellerindeki mendilleri sallayan kadınlar “Tanrı senden razı
olsun Erskine; Tanrı senden razı olsun aziz Erskine” diye sesleniyorlardı. Kimi
pencerelerde ise, aralarında ayıklar da bulunan adamlar, “Tom Paine’nin canı
cehenneme ama Erskine çok yaşasın, basın özgürlüğü de!” diye bağırmaktaydı.
Fleet pazarında kalabalık o kadar büyüdü ki, on beş dakika süreyle hiç
ileryelemedi. Zamanla, destekçiler tarafından tıka basa doldurulmuş olan
Serjiant Inn’e varıldı. Erskine arabasından çıktı, hafifçe eğilerek topluluğu
selamladı ve büyük kalabalıktan yükselen kulakları sağır edici alkışlar
arasında evine girdi.[11]
John
Keane, “Basın Özgürlüğü” bölümüne İngiltere’den böyle bir tarihi anekdotla
girdikten sonra basın özgürlüğü fikrinin Batı Avrupa kökenli olduğunu öne
sürmüş, özellikle, Hollanda ve İngiltere’de “Mutlakıyetçi
devletlerin ömrü görece kısa, basın özgürlüğü çağrısı ise Avrupa ölçütlerine
göre belirgin biçimde güçlü” olduğu fikrini savunmuştur. Keane, İspanya ve
Rusya gibi “Okur-yazarlık oranı en düşük”
ve “hükümetleri en baskıcı” ülkelerde bile basın özgürlüğünün kök
saldığını söylemektedir. Karşılaştırmaya giden Keane, Bernard Lewis’ten aktarma
yaparak aynı dönemlerde Osmanlı Devleti’nde Türkçe ve Arapça yazı basmanın
1727’ye kadar yasak olduğuna değinmiştir. Japonya’ya da değinen Keane, “Tokugawa döneminde çok yaygınlaşan broşür
ve risale basımı ise büyük ölçüde apolitik olduğu gibi sıkı bir sansür
altındaydı. Bu ülkede haber yayımlayan ilk süreli yayınlar 1860’lı yıllarda,
Batı modellerinin etkisi altında ortaya çıktı.[12]”
John
Keane, süreli basın örneklerinin ilk kez Çin’de sekizinci yüzyılda ortaya çıktığına
kitabında değinmektedir, ancak bu yayınların “baştaki bürokrasilerin erk ve meşruiyetini artırmaya yarayan bir araç”
gözüyle bakıldığını Lin Yutang’a atıfta bulunarak aktarmıştır.
Basın
özgürlüğü fikrinin İngiltere’de ortaya çıktığını daha sonra da Avrupa ve Amerika’ya
yayıldığına kitabından değinen ve bu mücadele tarihine ilişkin bazı anekdotlar
veren John Keane, basın özgürlüğünün felsefesine de değinmektedir.
“Basın özgürlüğü”nü
destekleyen uzun Euro-Amerikan devrimi, özellikle on sekizinci yüzyıl boyunca,
devlet sansürünün sınırları konusunda çeşit çeşit yeni ve iyi işlenmiş
fikirlerin geliştirilmesine neden oldu. İfade özgürlüğünü, yayımcılığı ve
okurluğu savunan bu felsefi açıklamalar bugün pek ele alınmıyor. Çoğunun
baskısı tükenmiş, unutulup gitmiş. Ne siyasal bilimler ne de iletişim ders
kitaplarında rastlanıyor onlara, oysa bunlar modern çağın başlangıç evresinin
en heyecanlı siyasal metinlerini oluşturuyorlar. Devlet sansürünün kilitlerinin
kırılmasını isteyenler birçok incelikleri olan iddialar öne sürmekteydiler.
Modern anlamda basın özgürlüğü fikrinin doğum yeri olan İngiltere’de en azından
dört farklı sav ile karşılaşıyoruz.”[13]
John
Keane, unutulmuş olan bu savların siyasal medya kuramlarına temel
oluşturacakları kanaatindedir.
1-
Teolojik
Yaklaşım: Sansürü, Tanrı’nın insanlara verdiği akıl adına
eleştiren bir yaklaşım olarak ortaya çıkmaktadır. Henry Burton, Henry Robunson,
William Walwyn, John Milton gibi isimler bu görüşü savunmuşlardır. Milton’a
göre “Tanrı insanlara akıl ödünç
vermiştir, yani okuma ve iyi ile kötü arasında vicdanın emirlerine göre seçim
yapma yeteneğini vermiştir. Tanrı bize olan güvenini istediğimiz kitapları
okuyup kendi adımıza değerlendirmeye yönelterek gösterir. Matbaanın anahtarı
cennet inmedir.”
2- Basının davranışlarının bireyin
haklarına uygun olması fikri: John Locke’un Epistola
de tolerantia ad clarissimum virum (1689) isimli kitabı temel alınarak
geliştirilmiş bir görüştür. John Asgill, John Trenchard, Thomas Gordon, Thomas
Hayter, Thomas Paine, Mary Wollstonecraft, Matthew Tindal gibi isimler
tarafından savunulmuş, Amerikan ve Fransız devrimleri ile bu görüşe gösterilen
ilgi artmıştır. Görüşün savunucularından Tindal, teokratik görüşe karşı çıkmış,
sözkonusu görüş savunucularını “Sofu
sahtekarlar ve kutsal düzenbazlar” olarak nitelemiştir. Bu görüşte “basın
özgürlüğü” doğal bir hak olarak görülmüştür.
3- Faydacılık Kuramı:
Bu görüşün savunucuları, siyasal iktidarın, basın tarafından denetlenmesiyle
daha iyi hizmet üreteceği görüşü üzerinde durmuşlardır. William Godwin, James
Mill, Jeremy Bentham gibi isimler bu yönde eserler vermişlerdir. Faydacılık
kuramında basın özgürlüğü baskıcı hükümetlere karşı, - “yöneten küçük azınlığın
davranışlarını dizginleyecek” – bir denge öğesi olarak değerlendirilmiştir. Özgür
basın mutluluğun müttefikiydi. Yönetenlerin “alışkanlık haline getirdikleri
kendini kayırma” tutkusunun denetlenmesine yardımcı olurdu.
4- Hakikat’e ulaşma:
Vatandaşlar arasında tartışmayı önceleyen görüşe dayanmaktadır. Bu görüşün ilk
ipuçlarına Leonad Busher’in Religion’s Peace: Or, a Plea for Liberty of
Conscience (Dinsel Barış ya da Vicdan Özgürlüğü için Bir Savunma 1614) isimli
çalışmasında rastlanır. En nihayetinde doğrunun ayakta kalacağı görüşü
hakimdir. Bu görüşün en net göründüğü çalışma ise John Stuart Mill’e aittir. On
Liberti “Özgürlük Üstüne, 1859” isimli kitabında Mill, faydacılığı eleştirmiş, “Oysa fayda da kanılara dayandığından, onun
belirlenmesi için de disiplinli hakikat arama yöntemlerine ihtiyaç vardır”
demiştir. Mill, insanların kanaat ve düşüncelerinin basın aracılığıyla serbestçe
ifade etmeleri gerektiğini savunmuştur. Mill, bir düşüncenin yanlış bile olsa
içerisinde doğru hakikatlerin bulunabileceği görüşünü savunmuş, ayrıca, “Bir görüş hakikatin ta kendisi olsa bile
eğer karşı fikirlerle zorlanmazsa bozularak önyargıya dönüşür” ifadelerini
kullanmıştır.
Basın
Özgürlüğü bölümünün “Despotizm” ve “Klasikleri Yeniden Anlamak” isimli iki alt
başlığı bulunmaktadır. John Keane, burada Ferdinand Tönnies’e atıfta bulunur,
ilk dönem düşünürlerinin hesap etmedikleri unsurun “kamuoyu” olduğuna değinir.
Özgür basının kamuoyunu oluşturmadaki etkisine dikkat çekilerek, “Basın, kamu çıkarları adına, kamuoyunu
susturmaya ya da ondan kaçmaya çalışan diktatörlere ve suçlulara zılgıtı çeker.
Siyasal iktidarın kötüye kullanımı, toplum önünde ortaya konan yasaların
yapılışı ve uygulanışı kamu önünde gürültülü toplantılarla gerçekleşir. Basın
ve kamuoyu, mutlakıyetin kara göklerinde parlak bir kuyruklu yıldız gibi modern
dünyaya ışık saçar” ifadelerine yer vermektedir.
Basın
sayesinde, yazın hayatında bazı yenilikler de yaşanmıştır. John Keane,
kitabında bunlara da değinmektedir. Bu değişikliklerin başında yazım kuralları
gelmektedir. Bu sayede metinler nitelik kazandı ve okunmaları kolaylaştı.
“Rönesans dönemi
metinlerinin sıkışıklığı ve kesilmeden devam edip gitmesi on yedi ve on
sekizinci yüzyıllarda bozulmaya yüz tuttu. Görsel olarak sıkışık olan dinsel
metinlerin insana huşu veren uyumu çözülmeye başladı. Yayımcılar metinleri ayrı
birimlere bölmeye başladılar. Beyaz siyaha baskın çıktı. Sayfa ferahlatıldı.
Paragraflar çoğaldı; ayırma teknikleri sayesinde söylemin düzeni daha gözle
görülür hale geldi.[14]
John
Keane, basının aynı zamanda ağır vergilere tabi olduğuna değinmekte bu yükün
uzun süre devam ettiğini vurgulamaktadır.
“On dokuzuncu yüzyılın ortalarına
kadar basılı malzemelerin maliyeti ağır pul vergileri nedeniyle aşırı derecede
yüksektir. Bu verilerin kökeni 1712’ye gidiyordu. Kraliçe Anne’in Muhafazakar
bakanları, gelirleri artırmak (ve muhalif basına bir darbe indirmek) için
gazete, risale ve ilanlara ağır vergiler koymayı uygun görmüşlerdi. Sofu
“pazarları asla”cılar, yani Pazar günleri balık ve süt satışı dışında her türlü
ticarete karşı olan koyu Hıristiyanlar, Pazar günleri okuma merakını toplum
ahlakına yönelik büyüyen bir tehdit olarak kınadılar. Ticaret ve zanaat
erbabını broşür yazarak ya da birahanelerde gazete okuyarak işlerini ihmal
etmekle suçladılar. Bakandan gelen bir emirle matbaacılar, bazen hurufat ve
kağıtlarıyla birlikte yakalanıp gözaltına alınırdı. Gazete muhabirlerinin Parlamento’ya
girmeleri kolay olmadı; 1875’e kadar bir anda salondan kapı dışarı edilmeleri
işten değildi. Gazeteciler ve gazete satıcıları takip edilir, kimi zaman
gözleri korkutularak boyun eğmeleri sağlanırdı. Okuma odalarının ruhsatı keyfi
olarak iptal edilirdi. Sokaklarda şarkı söyleyerek gazete satan kadınlar sık
sık toplanır, yargıç kararıyla dilenci oldukları gerekçesiyle Bridewell’e
atılırlardı. Çocuklar okumaktan aciz oldukları ama mahkemenin sonradan isyankar
bulduğu gazeteleri sattıkları için hapse atılırlardı.”[15]
John
Keane’nin “Klasikler” olarak nitelediği, ilk kuramcılara yönelik eleştirileri
de var. Onların özellikle oto sansürü göremediklerine değinen Keane,
“enformasyon üretme, gönderme ve alma” süreçlerinin karmaşıklığına vurgu
yaparak ilk dönem düşünürlerinin bu süreci daha basit algıladıkları kanaatine
sahiptir. Oto sansürün sebebinin totalitarizm olduğunu belirten Keane, ancak
tek sebebin bu olmadığı görüşündedir: “Sansür
çok farklı bir kılığa da bürünebilir. İçimizde yankılanabilir, benliğimize
yerleşebilir, peşimizdeki casus, sakın fazla ileri gitme diyen özel katibemiz
olabilir. İçimizdeki sansürcü durmadan pabucun palalı olduğunu hatırlatır bize:
Şöhretimiz, ailemiz, mesleğimiz, işimiz, şirketimizin yasal durumu
tehlikededir. Çenemizi kapamamıza, titrememize, hafifçe gülümseyerek bir kez
daha düşünmemize neden olabilir. Egemen görüşleri can simidi yapar, “gramofon
beyin”li (Orwell) olmaya teşvik eder, çocuklarımıza ve dostlarımıza kadar
uzanır bu sansürcünün eli, onlara gerçek düşüncelerini söylememeyi öğreti. İki
büklüm duruşumuzda, dikkatli ve saygılı giyimimizde ama her şeyden önce
entelektüel korkaklığımızda, sade suya tirit mizahımızda, tembel hayal
gücümüzde ve köşesiz sözcüklerle sarmalanmış müraice görüşlerimizde yaşar o.[16]
Deregülasyon
John
Keane, “deregülasyon” ana bölümüne Friedrich Hayek*in, “Günümüzde özgürlüğe yönelik en büyük tehlike… yalnızca kamu yararına
olarak gördükleri şeylerle uğraşan iş bitirici uzman kamu yöneticilerinden gelmektedir”
özdeşiyle giriş yapmaktadır.
John
Keane, kitabına “Madem ki ‘basın
özgürlüğü’ hakkındaki modern ideal daha en başından bu kadar kusurluydu, onu
doğumundan üç yüzyıl sonra niçin zahmet edip tartışalım?” sorusunu sorarak
başlıyor. “Basın özgürlüğü’ konusunda eski söyleminin güçlü ve zayıf yanlarının
değerlendirilmesinin günümüzde önemli olduğunu ifade eden Keane, bunun “geçmişin bulutları arasında dolaşmak”
olmadığını savunuyor. Keane, kitle medyasının büyük bir tartışmanın ortasında
bulunduğunu öne sürüyor ve bu tartışmaların “devlet merkezci” egemen görüşü
bunalıma soktuğunu düşünüyor. John Keane, burada küresel medya patronu Rupert
Murdoch’a atıfta bulunuyor ve onun için “devlet
denetimi altındaki medya kavramına karşı açtığı şiddetli savaş eski ‘basın
özgürlüğü’ dilinin olağanüstü bir biçimde yeniden canlanışını çok iyi temsil
ediyor” ifadesini kullanıyor. Keane, Murdoch’un Pazar rekabetinin basın ve
yayın özgürlüğünün kilit koşulu olduğunda ısrarcı olduğunun da altını
çizmektedir.
Thomas Paine’in ve “basın
özgürülüğü”nün öteki ilk modern savunucularının naaşlarının mezardan
çıkarılmasında yalnızca Murdoch gibi medya endüstrisi isimleri değil, Pazar
liberalizmini savunan aydınlar, siyaset adamları, hükümet yetkilileri ve Roma
Antlaşması gibi ulusüstü anlaşmaların destekçileri de önemli roller oynadılar.
Mezar hırsızlığına soyunan bu Pazar liberalleri, devlet düzenlemesine sövüp
sayarken, tüm okurlar, dinleyiciler ve seyirciler için yeni bir çağın şafağının
sökmekte olduğunu ilan ediyorlar “deregülasyon”, pazar liberallerinin tezinin
idee fixe’idir.[17]
John
Keane, burada kamu yayıncılığına yöneltilen eleştirilere geniş yer vermektedir.
“Devlet tarafından yönetilen ya da
korunan medya kuruluşları, hele yapımcılık ve telekomünikasyon alanlarında
iseler, yaylım ateşe tutulur” diyen Keane, bu tür yayınların, “maliyetleri ağır” ve “hantal” oldukları için “adım atacak durumda” olmadıkları
yönünde eleştirildiklerini ifade etmektedir.
Kamu
yayıncılığı dendiğinde akla ilk gelen isim, küresel ölçekte yayın yapan İngiliz
BBC kuruluşu olmaktadır. Keane de kamu yayıncılığına yönelik eleştirilerde
örnek olarak BBC’yi kullanmıştır.
İngiltere’de denir ki,
BBC_ITV düopol’ünün yapım ve yürütme harcamaları kadro ve fatura şişkinliği
yüzünden anormal derecede yüksektir. İddiaya göre bu rahat düopol sırtını,
pahalı yemekler yiyen ve bol keseden harcamalar yapan gereğinden kalabalık
çekim ekiplerine ve fena halde şişmiş bir idari kesime dayamıştır. Değirmenin
suyu ya hane başına konmuş bir çeşit vergi tekelinden “BBC’nin ruhsat harcı) ya
da reklam gelirleri tekelinden (ITV’de olduğu gibi) gelmektedir. Kamu
hizmetinin temel ilkesi olan evrensellik-yani yayımcılıkların geniş kitlelere
seslenen, tüm beğenilere hitap eden programlar yapması ve bütün ülkeye eşit
sayıda kanal sağlaması zorunluluğunu getiren ilke- aslında medyada rekabet ve
seçenek ilkelerinin boynuna asılmış bir değirmen taşından başka bir şey
değildir.”[18]
Keane,
Pazar liberalleri tarafından yöneltilen bir eleştiriye daha dikkat çekmektedir.
O da reklam endüstrisi… Medyanın izleyicilere program, reklamcılara ise
izleyici bulması gerektiğini vurgulayan Keane, Pazar liberallerinin burada
devlet tarafından korunan medyanın reklam konusunda “çok feci biçimde başarısız” olduğu, reklama yeterince yer
açılmadığı ve fiyatların yüksek olduğu yönündeki görüşlerine değiniyor ve tartışıyor.
John
Keane, konuyla ilgili kendi düşüncesini de ifade etmektedir. Ona göre “kamu hizmeti yayımcılığı kişisel ihtiyaç ve
kaygıların temsilini sınırlamakta”, “seçme
alanını sıkıştırmakta”, “daraltmakta”
ve “azaltmakta”dır. “Kamu hizmeti
yayımcılığı ifade özgürlüğünü tehdit eder” diyen Keane, burada BBC’nin ilk
Genel Müdürü Lord Reith’e konuya ilişkin bir sözünü hatırlatmaktadır: “Zaman zaman, halka kendi istediğini değil
de bizce ihtiyacı olduğuna inandığımızı verdiğimizi söyleyenler oluyor. Şunu
unutmayalım ki, insanların pek azı ne istediğini daha bile azı neye ihtiyacı
olduğunu bilir”
Pazar
liberallerinin, deregülasyon taleplerini ayrıntılı bir şekilde aktaran Keane,
bu görüşe karşı görüşe, özellikle sola eğilimli yaklaşımlara da yer
vermektedir. Keane, bu kesimin, Pazar liberalistlerin önerileri karşısında “telaşa kapılmış durumda” olduklarını
ifade etmektedir. Yazar, bu ikinci kesimin rekabete dayalı pazar önerilerini, “medyanın Amerikanlaştırılması” olarak
değerlendiriyor, aslında büyük medya şirketlerinin isteğinin de bu yönde
olduğunu vurguluyor.
Kitle
Kültürü Kuramı’nın yaklaşımına da değinen John Keane, Ernest ven Haag, T. S.
Eliot, R. P. Blackmur gibi isimlerin radyo ve diğer elektronik medya
teknolojilerini iyi kullanan kişileri küçümseyerek yaklaştıklarını, aktarmakta;
ticarileşmiş medyaya geleneksel kültürel otoritelere saygıyı sabote etmek,
aile, din ve cemaate odaklanan geleneksel değerleri yıpratmak, edilgen
tüketicilerden oluşan saf insan sürülerini manipüle etmek ve kandırmakla
suçladıklarının altını çizmektedir.
John
Keane, Adorno ve Horkheimer’in görüşlerinin de buna benzer olduğunu vurguluyor.
Keane, eleştirel medya kuramlarının yaklaşımlarını yetersiz bulduğunu ifade
ediyor.
Basın
özgürlüğünün savunucuları eleştirilerini daha çok pazara dayanan iletişim
medyasının devlet tarafından denetlenmesine yöneltmişlerdi. Bugün ise, tam
tersine, ‘basın özgürlüğü’nün dostlarının şunu anlamaları gerekiyor: İletişim
pazarları iletişim özgürlüğünü kısıtlamaktadır; pazara girmek isteyenlere karşı
engeller koyarak, tekellere izin vererek, seçenekleri sınırlayarak ve
enformasyonun egemen tanımını kamusal yarar kavramından uzaklaştırıp özel
olarak tasarruf olunabilen bir metaya yaklaştırarak yapmaktadır bunu. Özetle,
iletişim özgürlüğü ile pazardaki sınırsız özgürlük arasında yapısal bir çelişki
bulunduğunun kabulü zorunludur; fikir pazarındaki bireysel seçim özgürlüğüne
ilişkin Pazar liberali ideoloji, tüzel söyleve ayrıcalık tanımaya ve
yatırımcılara yurttaşlardan daha fazla seçenek vermeyi haklı göstermeye
yaramaktadır. Dev boyutlardaki firmaların, yurttaşların ne dinleyip ne
okuyacaklarını ve ne seyretmelerinin örgütleyip kararlaştırmalarının, yani
sansür etmelerinin, mazeretinden başka bir şey değildir.[19]
Demokratik Leviathan
Bölüm,
Simone Weil’in “Egemen ve merkezi her
devlet potansiyel olarak saldırgan ve diktatörcedir” sözüyle başlıyor.
John
Keane, bu bölümde “basın özgürlüğü” nün “ulusal güvenlik” gerekçesine
sığınılarak yeni siyasal yöntemlerle sınırlandırmasına değinmektedir. Günümüzde
tüm demokratik rejimlerin göbeğinde despotizm çekirdeği bulunduğunu öne süren
Keane, “Artık yeni bir siyasal sansür
dönemine, demokratik Leviathan çağına giriyoruz” demektedir.
Keane,
bunları 5 ana başlık altında açıklamaktadır.[20]
1- Olağanüstü hal erkleri: Medyayı
zorbalıkla sindirerek yola getirme girişimidir. Bu talimatlar, tehditler,
yasaklamalar ve tutuklamalarla yürütülen bir süreçtir. Keane bu yöntemi yayın
öncesi ve yayın sonrası olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Ön engelleme süreci
konuşarak başlayıp, zor kullanmaya kadar uzanan bir süreci kapsamaktadır. Yayım
sonrası sansür ise baskı aşamasıyla başlayıp dağıtıma, yayının toplatılmasına
kadar uzanan bir süreci kapsamaktadır. Keane göre yayım sonrası sansür,
gazetelerin, matbaaların, radyo ve televizyon istasyonlarının kapatılmasına kadar
gidebilir. Keane, burada Fransız hükümetinin Cezayir savaşı sırasında basına
alenen sansür uygulamasını örnek olarak vermektedir.
2-
Silahlı
gizlilik: Modern devletlerdeki silahlı (asker, polis,
istihbarat) unsurlara dikkat çeken John Keane, devlet yetkililerinin yerli ve
yabancı hasımlarının etkinliklerini gözetleyen bu unsurların demokratik
devletlerin normal özelliklerinden olduğunu kabul etmekte, ancak aynı zamanda
siyasal demokrasiye ve iletişim özgürlüğüne taban tabana zıt olduklarını da öne
sürmektedir.
3-
Yalan
söylemek: John Keane, siyasette yalan söylemeyi demokratik
yönetimlerin özelliklerinden biri olarak saymakta, ABD’yi ise bu hususta en
mahir ülke olarak göstermektedir. Halkla ilişkiler ve basın birimlerinin
kurumlar ve liderler adına imaj oluşturma gibi bir misyon edindiklerini
belirten Keane, sansürün de burada başladığını ifade etmektedir. Keane, yapılan
açıklamaların önceden denetlendiğini ve sıkı bir eşgüdümden geçirildiğini,
basın toplantılarının cumhurbaşkanlığının görüşlerini yaymak için
kullanıldığını, her muhabirin toplantılara alınmadığını, toplantılara
katılanlara hangi soruların sorulacağının önceden bildirildiğini, ek sorular
sorulmasına izin verilmediğini, kimi gazetecilerin mesleki ilerlemeleri ile
hükümet hakkındaki eleştirel görüşleri arasında bir seçim yapmalarının
istendiği, hükümetle çatışan gazetecilerin ise kaynaklara ulaşmasının önüne
geçildiğini belirtmekte, bunun da basın özgürlüğüne aykırı olduğunu
söylemektedir.
4-
Devlet
reklamcılığı: John Keane, Batı demokrasilerinde devletin
önemli bir reklam veren konumunda olduğunu belirtmekte ve İngiltere örneğini vermektedir.
İngiltere’nin yaklaşık 200 milyon sterlin bütçeyi reklama ayırdığına değinen
Keane, bu rakamın ülkede Unilever firmasının ardından ikinci büyük reklam bütçesi
olduğunu ifade etmektedir. Reklam kampanyalarının akla gelebilecek her türlü
siyaset konusunu kapsadığına değinen Keane, bunun ise seçimle iş başına gelen
hükümetler için muazzam bir şantaj silahı olduğuna dikkat çekmektedir. John
Keane, medyanın reklama ne kadar ihtiyacı olduğunu hatırlattıktan sonra, bir
önceki maddede değinilen “yalan söyleme”nin de burada devreye girdiğini
belirtiyor. Reklam ilişkisiyle devlet organları medyayı istedikleri şekliyle
kullanabiliyorlar. Siyasetçi, gazeteci ve enformasyon memurları ilişkilerine
dikkat çeken Keane’ne göre, “Gazetecilikteki
mülakat türünün dış biçimi olduğu gibi muhafaza edilmekle birlikte mülakat
yapılan kişi tarafından konmuş olan kurallar (yayının süresi, mülakatın
zamanlaması ve ‘sonsöz’ söylemenin önemi bakımından) olayı belirliyor.
Politikacıların halka cevap vermesini sağlayacak soruların yerini,
politikacıları memnun edecek ve onların istediklerini söylemelerini sallayacak
sorular alınıyor. Gazetecilek politikacıların emrine giriyor.”
5- Korporatizm: John
Keane, korporatizmi, çıkar grupları ve örgütlerine pazarlıkla resmi statü veren
bir devlet müdahalesi süreci olarak değerlendirmiştir. Keane burada korporatizmi,
medya ilişkileri açısından ziyade sivil toplum-devlet ilişkileri açısından bir
yaklaşımla açıklamıştır. Medya, kendi meslek örgütleri aracılığıyla, belki
dolaylı olarak ilişkilendirilebilir.
Kamu Hizmeti Medyası
John
Keane,bu bölüme, Raymond Williams’ın “Kamu
hizmeti fikri kamu tekeli fikrinden mutlaka ayrılmalı ama gerçek anlamda kamu
hizmeti kalmalıdır. Bunu başarmanın tek yolu yeni tür bir kurum yaratmaktır”
sözleriyle başlamaktadır. Keane, bu bölümde, kamu yayıncılığının varlığını
karşıt görüşleri ele alarak tartışmaktadır. Kamu yayıncılığını savunanların
ağırlıklı olarak başvurdukları “program kalitesi” söylemine, karşıt
görüşlülerin, “kalite” kavramının soyutluğunu tartışmaya açarak karşılık
verdiklerine değinen Keane, “‘iyi’ ve
‘kaliteli’ medyanın nasıl bir şey olduğu artık fena halde tartışmalı. ‘kalite’
kelimesinin nesnel bir temeli yok, yalnızca eninde sonunda birbiriyle çatışan,
kamuoyunda manipülasyona açık çelişkili anlamları var” ifadesini
kullanıyor.
John
Keane, Pazar liberallerinin, “kalite” yaklaşımına da değiniyor ve liberallere göre
“izleyici bağımsız tüketicilerden
oluşmuştur ve en pratik kalite ölçüsü onların yaptıkları seçimlerdir.”
Keane,
medya patronu Rupert Murdoch’un sözlerine de sık başvurmaktadır. Murdoch’un
“kalite bakanın gözlerindedir” sözüne atıfta bulunan Keane, ayrıca onun kamu
hizmeti tanımı da yer vermektedir: “Kamuya,
kamunun istediği bir hizmeti, kamunun gücünün yeteceği bir fiyatta, ülke
yasalarına uygun olarak sağlayan herkes kamu hizmeti vermektedir.”
John
Keane, Murdoch’un bu görüşünü, “Pazar sansürü”nü çözmediği için reddetmektedir.
Basın özgürlüğünün korunması için kamu hizmeti iletişim sisteminin geliştirilmesi
gerektiğini düşünen Keane, pazar liberalizminin kusurlarının da ancak bu
şekilde giderilebileceği düşüncesindedir.
Keane’nin
burada tartışmaya açtığı bir diğer konu da egemenlik kavramıdır. Özellikle,
uluslar arası siyasal kuruluşlarının hukukunun ne olması gerektiğini
sorgulamakta ve konuyu küresel medyaya getirmektedir.
Küresel iletişim
medyasının mülkiyeti ve işletilişine ilişkin başka sorunlar da ortaya çıkıyor.
Teknolojinin edinilmesi ve bakımı çok pahalı olduğu için, uyduların mülkiyeti,
fırlatılması ve denetimi birkaç zengin ülkenin denetiminde bulunuyor. Farklı
uzay iletişim kanalları arasında bilgi değişimini kolaylaştıracak ortak teknik
standartlar hala eksik…. Belirli coğrafi bölgelere yönelik vericiler olarak
çalışmak üzere Ekvator üzerindeki sabit yörüngeye fırlatılabilecek uyduların
sayısının sınırlı olması da sorun yaratıyor. Uydu yörüngeleri ve frekanslar konusunda
uzayın topluca dünyaya ait olduğunu öne sürenlerle, sayılarının çokluğuna
güvenerek kararın kendilerince verilmesi gerektiğini söyleyen hükümetler
arasında yoğun bir uluslar arası tartışma var. Yeni tartışma konuları da
belirlemekte: uyduların gizli istihbarat toplama, askeri fotoğrafçılık ve
telefon dinleme için kullanılıp kullanılamayacağı gibi.[21]
John
Keane, çoğulcu hedefler güden haber yayımcılarına yönelik pozitif ayrımcılık
uygulanmasını dile getirmektedir. İletişim özgürlüğü adına “yayın yoluyla
hakaret yasaları”nın kaçük fikir üreticilerinin lehine gevşetilmesi gerektiğini
ifade eden Keane, aksi durumda küçük medya işletmelerinin büyük şirketler ve
profesyonellerin açacağı davaları kaybetmeleri durumunda yayınlarını
sürdürmelerinin imkansızlaşacağının altını çizmektedir.
Demokrasi, Riskler ve
Geri Adımlar
John
Keane, bu bölüme, Thomas Carlyle’in “Hurufat
denen şeyle yazı kopyacılarının işini azaltan kişi, kiralık orduları dağıtıyor,
nice kral ve meclisin işine son veriyor, yepyeni bir demokratik dünya
yaratıyordu: Basım sanatını icat etmiş kişiydi o”sözüyle başlamaktadır.
Yazar,
bu son bölümde kitapta değindiği ifadelerin genel bir özetini yapmakta, basın
özgürlüğünü savunanların, farlı iletişim pazarlarında, yasal düzenlemelere de
bağlı kalarak bunun nasıl sağlanacağı üzerinde kafa yormaları gerektiğini ifade
etmektedir.
Keane, bu bölümde kamu yayıncılığına tekrar
değinmekte, çoğulculuğa karşı evrenselliği savunmaktadır. Yazar, yeni kamu
hizmeti modeli için ise Çek mizahçı Jan Werich’un şu gözlemine atıfta
bulunmaktadır: “Erk kullananların
aptallığına karşı girişilecek olan mücadele, hiçbir işe yaramayan tek insani
mücadeledir ama ondan asla vazgeçilemez”
SONUÇ
Bu
kitabında, “basın özgürlüğü” tarihinden kısa bir kesit sunan Prof. Dr. John
Keane, kitabın genelinde yayıncılığa ilişkin farklı görüşlere ayrıntılı olarak
yer vermekte, bu görüşlerin eksik yönlerine dikkat çekmektedir. “Basın
özgürlüğü” kavramının doğuşu ve mücadele tarihi ile ortaya atılan ve günümüzde
çoğunlukla unutulmuş kuramlara kitapta yer verilmektedir. Keane, ilk
kuramcıların, “enformasyon etkileşim yoğunluğunu” ve “kamuoyu”nu
ıskaladıklarını, daha tekdüze kaldıklarını öne sürmektedir.
Kitapta,
kitle iletişim araçlarının, sahipliği de geniş bir şekilde ele alınmakta karşıt
görüşlere yer verilmektedir. Bu görüşlerin, “basın özgürlüğü”nün yanı sıra
özellikle “kalite” ve “maliyet”
kavramları üzerinden şekillendiği görülmektedir. John Keane ise meseleye daha
çok “sansür” açısından bakmaktadır.
Liberal
görüşün, kamu yayıncılığına yönelik eleştirilerine genel olarak katılan Keane,
ancak pazar rekabetinin, “sansür sorunu”nu çözmediği görüşündedir. Kitapta
dikkat çeken eksiklik ise iletişim bilimcilerin, “sansür”ü ortadan kaldıracak
daha iyi bir kamu yayıncılığı modeli konusunda kafa yorması gerektiğini
belirtirken kendisinin bu konuda açık bir öneride bulunmamasıdır.
[1] http://www.johnkeane.net/bio/
09.11.2016
[2] http://www.johnkeane.net/bio/
09.11.2016
[3] John Keane, Medya ve Demokrasi, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2015, s.14
[4] Keane, age, s.15
[5] Keane, age, s.15
[6] Keane, age, s.15-16
[7] Keane, age, s.17
*
Amerika Birleşik Devletleri’nin üçüncü başkanıdır. 1801-1809 tarihleri arasında
başkanlık yapmıştır.
[8] Keane, age, s. 20
[9] Keane, age, s. 20
[10] Keane, age, s.21
[11] Keane, age, s. 22-23
[12] Albert Altman, “ ‘Shimbunshi’: The Early Meiji Adaptation
of the Westernstyle Newspaper”, aktaran, Keane, age, s. 24
[13] Keane, age, s.27
[14] Bruno Delmas ve Henri-Jean Martin,
Histoire et pouvoirs de l’ecrit,
Paris, 1988, aktaran, Keane, age, s. 43
[15] Keane, age, s.46-47
[16] Keane, age, s. 51
*
Friedrich Hayek (Viyana, 1899- Freiburg, 1992) Avustrya ekolüne bağlı ekonomist
ve siyaset bilimci. Sosyalizme karşı piyasa ekonomisini savunmuştur. 1974'te
Nobel Ekonomi Ödülü'nü düşünsel rakibi Gunnar Myrdal ile paylaştı.
[17] Keane,
age, s.63
[18] Keane,
age, s.64
[19] Keane,
age, s.93
[20] Keane,
age, s.98
[21] Keane,
age, s. 133
Güzel yazı, Teşekkürler.
YanıtlaSil