reklam

25 Haziran 2017 Pazar

Medya ve Demokrasi (John Keane) (The Media and Demokrasy)

Medya ve Demokrasi kitabının yazarı
“Medya”, “demokrasi” ve “özgürlük” son yüzyılların önemli kavramları olarak literatürümüze girdi ve ön plana çıktı. Ancak büyük kavgalar, tartışmalar ve hukuki mücadeleler de beraberinde geldi. “Basın özgürlüğü” tartışması, demokrasi tarihinin en önemli tartışmalarından biridir. “Basın ve ifade özgürlüğü nerede başlar ve nerede biter?” Günümüzde de çözümlenememiş bu soruyu ele alan Prof. Dr. Jonh Keane, “Medya ve Demokrasi” isimli kitabında tartışmayı tarihi süreç içerisinde ele alarak günümüze taşımaktadır.

Jonh Keane
1949 yılında Avustralya’da doğan John Keane, Toronto ve Cambridge üniversitelerinde eğitim aldı. Cambridge başta olmak üzere ülkesi dışında bazı üniversitelerde hocalık yapan Keane, şu anda Sidney Üniversitesi ile Almanya’da Wissenschaftszentrum Berlin Üniversitesi’nde profesör olarak görev yapmaktadır. Sidney Demokrasi Derneği (SDN)’nin kurucusu olan Keane, özellikle demokrasi, medya ve sivil toplum çalışmaları ile uluslar arası tanınırlığa kavuşmuş, kitapları pek çok dile çevrilmiştir. Uzun süre Avrupa’da yaşayan Keane, soğuk savaş dönemlerinde, özellikle orta ve doğu Avrupa’da, Erica Blair takma adıyla demokratik muhalefeti teşvik edici, yazılar yazmıştır.[1]
John Keane’nin 1991 yılında yazdığı Medya ve Demokrasi kitabı, yaklaşık 30 farklı dile çevrilerek bu alanda adeta bir başucu kitabı haline gelmiştir. Bu aralar ise Çin’de demokrasinin geleceği, Avrasya bölgesinde yükselen despotizm, küresel kurumların büyümesi, 21’inci yüzyılda demokrasinin düşmanları, dijital çağda, güç, kamusal alan ve basın özgürlüğü, din ve laikliğin tarihi, dil ve tarih felsefeleri, temsili hükümetin kökenleri ve geleceği ve politik İslam’ın tarihi konuları üzerinde çalışmaktadır. John Keane akademik çalışmalarının yanı sıra bazı internet siteleri ile gazetelerde köşe yazıları da yazmaktadır.[2]
The Media and Demokrasy (Medya ve Demokrasi)
John Keane’nin yazdığı kitap, 1991 yılında Polity Press tarafından basılmıştır. Polity Press, Anthony Giddens tarafından 1984 yılında kurulan, özellikle sosyal bilimler alanında akademik yayınlar yapan önemli bir yayınevidir. Kitap, Türkçe’ye 1994 yılında, Prof. Dr. Haluk Şahin tarafından çevrilmiş, beşinci baskısı 2015 yılında yapılmış ve Ayrıntı Yayınevi’nden çıkmıştır.
Türkçe baskısı 190 sayfadan oluşan kitapta, Haluk Şahin ile kitabın yazarı John Keane’nin ön sözleri bulunuyor. Kitap, Basın Özgürlüğü, Deregülasyon, Demokratik Leviathan, Kamu Hizmeti Medyası ve Demokrasi, Riskler ve Geri Adımlar olmak üzere 5 ana bölümden oluşmaktadır.
John Keane, önsözde, kitabı niçin yazdığına ilişkin bir takım sorular sormakta ve bu soruları da kitapta tartışmaktadır. Kitabın medya ile demokrasi arasındaki ilişkileri yeniden düşünmek için bir rehber olduğunu ifade eden Keane, devlet sansüründen kurtulma ve “basın özgürlüğü” ile ilgili modern idealler nasıl ortaya çıktı? Bu idealler yirminci yüzyılda yeni tür devlet sansürleri, ulus ötesi medya holdingleri ya da elektronik medya tarafından yıkıldılar mı? Yeni sayısal teknolojiler, uydudan yayınlar ve yayımcılık ile telekomünikasyonun birleşmesi bu idealleri destekliyor mu, yoksa zayıflatıyor mu? Yurttaşların medya aracılığı ile özgürce ve eşitçe iletişimde bulunması yirminci yüzyıl sonunda gerçekleşme şansı olan bir ideal midir?[3] gibi sorular sormaktadır.
John Keane, bu sorulara ne sosyal bilimlerin ne de yazılı ve elektronik basının cevap verdiğini ifade ediyor. Siyaset felsefecilerin ise adalet, özgürlük, cemaat ve demokrasi gibi kavramları soyut olarak tartıştıklarına değinen Keane, medyanın ise onların ilgi alanına girmediğinden yakınıyor. Keane, sosyologlar ile medya araştırmacılarının ise daha çok izleyici tepkileri üzerinde durduklarına, büyük şirketlere ait medya ile yeni enformasyon teknolojilerinin kültürel sonuçlarını çözümlemekle uğraştıklarını belirtiyor. Kitabın önsözünde Keane, McLuhan’a da isim vermeden göndermede bulunmakta, “Parlak fikirli aydınlar kitap okuma merakının sona ereceğini ve çağdaş yaşamın, hızlı kurgulu, üç dakikalık kültür satan medya şarlatanlarının egemenliği altına gireceğini tahmin ediyorlar”[4] ifadesini kullanmaktadır. Marshall McLuhan, Understanding Media isimli çalışmasında, kitle iletişim araçlarındaki gelişme, özellikle televizyon, ile kitabın öneminin azalacağını öne sürmüş ve bu savı ile özellikle akademi dünyasının yoğun tepkisiyle karşılaşmıştı.
John Keaen, özellikle batı demokrasilerinde iletişim teknolojilerinin öneminin gittikçe arttığına değindikten sonra, “Ne var ki, hemen hiç kimse demokratik idealler ve kurumlar ile çağdaş medya arasındaki ilişki konusundaki temel soruları sormuyor”[5] ifadesini kullanmaktadır. Keane, kendi ifadesiyle “Pazar liberalleri”ni bunun dışında tutmuş, ancak onların ilgisini de “kaygı uyandırıcı” olarak nitelemiştir.
Son yıllarda Amerika Birleşik Devletleri, İtalya, Almanya, ve İngiltere gibi ülkelerde “deregülasyon” yanlıları medyanın geleceği konusundaki tartışmada başkalarını bastırmış durumdalar. Bu görüşün savunucuları ulus ülke sınırları içinde bulunan kamusal ve özel iletişim araçlarının karışımı konusunda sordukları sorularla karşılarındakileri sarstılar, kullandıkları dil, medyanın devlet merkezci medya yorumlarını bunalıma soktu. Bu Pazar liberalizmi, kamu çıkarı için yayımcılık yapanların ve devlet memurlarının tüylerini diken diken ediyor; Polonya, Macaristan, Çek ve Slovak Federal Cumhuriyeti gibi komünizm sonrası rejimlerde Pazar liberalizmi göz kamaştıracak ölçüde destek kazanıyor. Pazar liberalizmi sayesinde basına ve özellikle radyo-televizyon yayımcılığı ve telekomünikasyona ilişkin kamu politikaları modası geçmiş bazı kavramlarla ifade ediliyor: devlet sansürü, bireysel seçim, serbestleşme ve Pazar rekabeti gibi. “denetim ve kıtlık yerine özgürlük ve seçeneklerin” belirleyeceği yeni bir iletişim çağının başlamak üzere olduğuna işaret ediliyor.[6]
John Keane, kitabında liberal düşüncenin, yukarıda ifade edildiği şekliyle özelleştirme ve deregülasyon dillendirmelerine karşı çıkmakta, Pazar liberalizminin, “Pazar sansürü”nü beraberinde getirdiği, bununla birlikte siyasal sansür sorununu da çoğunlukla çözmediğini öne sürmektedir.  Pazar liberalizmine yönelik eleştirileri Keane’nin kamu yayıncılığı taraftarı olduğu sonucunu da ortaya çıkarmamalıdır. Buna rağmen Keane, “dengeli” ve “kaliteli” yayıncılık yaptığı yönünde kamu yayıncılığını olumlayan görüşleri de sorgulamaktadır.
İletişim medyası, demokratik olmayan devletler ve demokratik olmayan Pazar güçleri tarafından yönetilen yurttaşlar çoğunluğuna güç kazandırmaya çalışmalı, medya, siyasi ya da ekonomik iktidar sahiplerinin kişisel kazancı ya da karı için değil, tüm yurttaşların kamusal yararı ve eğlencesi için kullanılmalı.[7]
Basın Özgürlüğü
John Keane her bölüme tanınmış bir ismin vecizesiyle başlıyor. Basın Özgürlüğü bölümü için Thomas Jefferson’ın* “Gazetesiz bir hükümetmiz mi, yoksa hükümetsiz gazetelerimiz mi olsun sorusuna cevap vermek bana düşse, bir an tereddüt etmeden ikinciyi seçerdim” sözü seçilmiştir.
John Keane, bu bölümde basın özgürlüğü fikrinin, özellikle İngiltere’de doğuşunu ele almış, konuya ise Thomas Paine’nin gıyabi olarak yargılandığı davayı detaylı bir şekilde anlatarak başlamıştır. Paine, bugün de önemini koruyan Rights of Man (İnsan Hakları) isimli kitabın yazarıdır. Sözkonusu kitabında Paine, cumhuriyeti savunmuş ve İngilizlere monarşiyi yıkma çağrısında bulunmuştur. 1792’de ise “fitneci iftira” suçlamasıyla yargılanmaya başlamıştır.
Thomas Paine’in aleyhindeki iddia, mahkemeye Spencer Perceval (17 yıl sonra İngiltere Başbakanı olmuştur) tarafından okundu. Paine, kendi ülkesine ihanet etmiş, Amerikan ve Fransız devrimlerini desteklemiş, Parlamento’ya, Kral’a ve değerli 1688 Antlaşması’na karşı çıkmış ayyaş bir serseri olarak betimlendi. Mahkeme salonunda çıt çıkmıyordu. Perceval okumaya başlamıştı: “Londralı Thomas Paine… aşağılık, habis, fitneci ve kötü ruhlu bir kişi olup… bir zamanlar orange Prensi iken daha sonra İngiltere Kralı olan Haşmetmaap William… tarafından ve Tanrı’nın yardımıyla gerçekleştirilen o mutlu devrimi… kötülemek ve aşağılamak amacıyla… o mutlu devrime ve Kralımıza ve de bu Krallığın parlamentosuna karşı… fitneci iftiralar ihtiva eden… İnsan Hakları, ikinci Bölüm adlı iftira metnini yazmış ve yayımlamıştır”[8]
Thomas Paine’yi Galler Prensi’nin Başsavcısı Thomas Erskine savunmuştur. Erskine’in görevi neredeyse gerçekleştirmesi olanaksız bir şeydi. İddia makamı ile jüri sanığa açıkça düşman olduğu gibi, Erskine’in kendisi de mahkeme öncesinde tüm muhafazakar parti gazetelerinde Paine yanlısı olmak ve için için Fransız Devrimi’ni desteklemekle suçlanmıştır. Ancak, Erskine’in parlak bir hukuk zekası olduğu biliniyordu. İyi bir konuşmacıydı, uzun söylevler vermekten hoşlanırdı. 18 Aralık 1792’de de öyle oldu. Söylevi dört saatten fazla sürdü.[9]
Erskine, savunmasında Thomas Paine’nin suçlandığı “fitneci iftira” suçunun İngiliz Anayasası’da yer alan basın özgürlüğüne aykırı olduğunu temeline oturtmuş, parlamentonun her zaman egemen güç olduğu görüşüne karşı çıkmıştır.
Erskine, yayına ilişkin konularda, Parlamento’nun sahip olduğu erk bireylerin özgürce konuşma ve fikirlerini yayımlama hakkıyla sınırlıdır. Her bireyin bilgi oksijenine ihtiyacı vardır. Yurttaşların dillerinin, belinlerinin ve gözlerinin yönetilmesi kabul edilemez. Basın özgürlüğü Tanrı tarafından ihsan olunmuş, değiştirilmez bir doğal haktır. Dünyasal hiçbir gtüç ona tecavüz edemez, hele kendi paçalarını kurtarma sevdasına düşmüş kokuşmuş hükümetler asla edemez. Özgür bir basına sahip olmak, bireylerin hükümete karşı kullanabilecekleri bir kozdur. Herkes onun oluşumuna ilişkin ilkeleri çözümleyebilir, hata ve kusurlarını gösterebilir, yolsuzluklarını inceleyip yayımlayabilir, yurttaşları bu yolsuzlukların feci sonuçları hakkında uyarabilir.[10]
Thomas Erskine’nin bu uzun savunması Paini’i kurtarmaya yetmedi. Jüri kesin kararını açıklayarak, Paini’i suçlu bulduğunu ilan etti. Bu sırada mahkeme salonunda bağrışmalar Erskine’nin içeri atılmasını isteyenler olmuştur. Bunun üzerine Erskine salonu dışarısına çıkarılmıştır. Ancak herkes gördükleri karşısında şaşkına dönmüşler, büyük bir kalabalıkla karşılaşmışlardır.
Binlerce destekçi toplanmış “Erskine çok yaşa!” diye tezahürat yapıyordu. Bu arada jüriyi yeren, basın özgürlüğünü öven bağırışlara da rastlanıyordu. Whig ve Radikal Parti gibi muhalif grupların temsilcileri Erskine’nin arabasının atlarını çözüp, Serjeant Inn’deki evine kadar kendileri çekmeyi önerdiler. Erskine öneriyi kabul etmedi. O gün yaptığı iş nedeniyle çok yorgun düştüğünü ve lütufkar taraftarları atların arabaya bağlı kalmasına izin verirlerse çok onur duyacağını ifade etti. Nazik ricası bir işe yaramadı. Kalabalık ileriye atıldı. Atları çözüldü, koşumlar toplandı ve Erskine’in arabası alkışlar arasında dar sokakrlar arasından çekilerek ilerledi. Topluluk Cheapside’a girdiğinde kalabalık daha da arttı. Erskine’i ve basın özgürlüğünü destekleyen bağırışlar daha da yükseldi. Pencereler açıldı. Ellerindeki mendilleri sallayan kadınlar “Tanrı senden razı olsun Erskine; Tanrı senden razı olsun aziz Erskine” diye sesleniyorlardı. Kimi pencerelerde ise, aralarında ayıklar da bulunan adamlar, “Tom Paine’nin canı cehenneme ama Erskine çok yaşasın, basın özgürlüğü de!” diye bağırmaktaydı. Fleet pazarında kalabalık o kadar büyüdü ki, on beş dakika süreyle hiç ileryelemedi. Zamanla, destekçiler tarafından tıka basa doldurulmuş olan Serjiant Inn’e varıldı. Erskine arabasından çıktı, hafifçe eğilerek topluluğu selamladı ve büyük kalabalıktan yükselen kulakları sağır edici alkışlar arasında evine girdi.[11]
John Keane, “Basın Özgürlüğü” bölümüne İngiltere’den böyle bir tarihi anekdotla girdikten sonra basın özgürlüğü fikrinin Batı Avrupa kökenli olduğunu öne sürmüş, özellikle, Hollanda ve İngiltere’de “Mutlakıyetçi devletlerin ömrü görece kısa, basın özgürlüğü çağrısı ise Avrupa ölçütlerine göre belirgin biçimde güçlü” olduğu fikrini savunmuştur. Keane, İspanya ve Rusya gibi “Okur-yazarlık oranı en düşük” ve “hükümetleri en baskıcı”  ülkelerde bile basın özgürlüğünün kök saldığını söylemektedir. Karşılaştırmaya giden Keane, Bernard Lewis’ten aktarma yaparak aynı dönemlerde Osmanlı Devleti’nde Türkçe ve Arapça yazı basmanın 1727’ye kadar yasak olduğuna değinmiştir. Japonya’ya da değinen Keane, “Tokugawa döneminde çok yaygınlaşan broşür ve risale basımı ise büyük ölçüde apolitik olduğu gibi sıkı bir sansür altındaydı. Bu ülkede haber yayımlayan ilk süreli yayınlar 1860’lı yıllarda, Batı modellerinin etkisi altında ortaya çıktı.[12]
John Keane, süreli basın örneklerinin ilk kez Çin’de sekizinci yüzyılda ortaya çıktığına kitabında değinmektedir, ancak bu yayınların “baştaki bürokrasilerin erk ve meşruiyetini artırmaya yarayan bir araç” gözüyle bakıldığını Lin Yutang’a atıfta bulunarak aktarmıştır.
Basın özgürlüğü fikrinin İngiltere’de ortaya çıktığını daha sonra da Avrupa ve Amerika’ya yayıldığına kitabından değinen ve bu mücadele tarihine ilişkin bazı anekdotlar veren John Keane, basın özgürlüğünün felsefesine de değinmektedir.
“Basın özgürlüğü”nü destekleyen uzun Euro-Amerikan devrimi, özellikle on sekizinci yüzyıl boyunca, devlet sansürünün sınırları konusunda çeşit çeşit yeni ve iyi işlenmiş fikirlerin geliştirilmesine neden oldu. İfade özgürlüğünü, yayımcılığı ve okurluğu savunan bu felsefi açıklamalar bugün pek ele alınmıyor. Çoğunun baskısı tükenmiş, unutulup gitmiş. Ne siyasal bilimler ne de iletişim ders kitaplarında rastlanıyor onlara, oysa bunlar modern çağın başlangıç evresinin en heyecanlı siyasal metinlerini oluşturuyorlar. Devlet sansürünün kilitlerinin kırılmasını isteyenler birçok incelikleri olan iddialar öne sürmekteydiler. Modern anlamda basın özgürlüğü fikrinin doğum yeri olan İngiltere’de en azından dört farklı sav ile karşılaşıyoruz.”[13]
John Keane, unutulmuş olan bu savların siyasal medya kuramlarına temel oluşturacakları kanaatindedir.
1-     Teolojik Yaklaşım: Sansürü, Tanrı’nın insanlara verdiği akıl adına eleştiren bir yaklaşım olarak ortaya çıkmaktadır. Henry Burton, Henry Robunson, William Walwyn, John Milton gibi isimler bu görüşü savunmuşlardır. Milton’a göre “Tanrı insanlara akıl ödünç vermiştir, yani okuma ve iyi ile kötü arasında vicdanın emirlerine göre seçim yapma yeteneğini vermiştir. Tanrı bize olan güvenini istediğimiz kitapları okuyup kendi adımıza değerlendirmeye yönelterek gösterir. Matbaanın anahtarı cennet inmedir.”
2-     Basının davranışlarının bireyin haklarına uygun olması fikri: John Locke’un Epistola de tolerantia ad clarissimum virum (1689) isimli kitabı temel alınarak geliştirilmiş bir görüştür. John Asgill, John Trenchard, Thomas Gordon, Thomas Hayter, Thomas Paine, Mary Wollstonecraft, Matthew Tindal gibi isimler tarafından savunulmuş, Amerikan ve Fransız devrimleri ile bu görüşe gösterilen ilgi artmıştır. Görüşün savunucularından Tindal, teokratik görüşe karşı çıkmış, sözkonusu görüş savunucularını “Sofu sahtekarlar ve kutsal düzenbazlar” olarak nitelemiştir. Bu görüşte “basın özgürlüğü” doğal bir hak olarak görülmüştür.
3-     Faydacılık Kuramı: Bu görüşün savunucuları, siyasal iktidarın, basın tarafından denetlenmesiyle daha iyi hizmet üreteceği görüşü üzerinde durmuşlardır. William Godwin, James Mill, Jeremy Bentham gibi isimler bu yönde eserler vermişlerdir. Faydacılık kuramında basın özgürlüğü baskıcı hükümetlere karşı, - “yöneten küçük azınlığın davranışlarını dizginleyecek” – bir denge öğesi olarak değerlendirilmiştir. Özgür basın mutluluğun müttefikiydi. Yönetenlerin “alışkanlık haline getirdikleri kendini kayırma” tutkusunun denetlenmesine yardımcı olurdu.
4-     Hakikat’e ulaşma: Vatandaşlar arasında tartışmayı önceleyen görüşe dayanmaktadır. Bu görüşün ilk ipuçlarına Leonad Busher’in Religion’s Peace: Or, a Plea for Liberty of Conscience (Dinsel Barış ya da Vicdan Özgürlüğü için Bir Savunma 1614) isimli çalışmasında rastlanır. En nihayetinde doğrunun ayakta kalacağı görüşü hakimdir. Bu görüşün en net göründüğü çalışma ise John Stuart Mill’e aittir. On Liberti “Özgürlük Üstüne, 1859” isimli kitabında Mill, faydacılığı eleştirmiş, “Oysa fayda da kanılara dayandığından, onun belirlenmesi için de disiplinli hakikat arama yöntemlerine ihtiyaç vardır” demiştir. Mill, insanların kanaat ve düşüncelerinin basın aracılığıyla serbestçe ifade etmeleri gerektiğini savunmuştur. Mill, bir düşüncenin yanlış bile olsa içerisinde doğru hakikatlerin bulunabileceği görüşünü savunmuş, ayrıca, “Bir görüş hakikatin ta kendisi olsa bile eğer karşı fikirlerle zorlanmazsa bozularak önyargıya dönüşür” ifadelerini kullanmıştır. 
Basın Özgürlüğü bölümünün “Despotizm” ve “Klasikleri Yeniden Anlamak” isimli iki alt başlığı bulunmaktadır. John Keane, burada Ferdinand Tönnies’e atıfta bulunur, ilk dönem düşünürlerinin hesap etmedikleri unsurun “kamuoyu” olduğuna değinir. Özgür basının kamuoyunu oluşturmadaki etkisine dikkat çekilerek, “Basın, kamu çıkarları adına, kamuoyunu susturmaya ya da ondan kaçmaya çalışan diktatörlere ve suçlulara zılgıtı çeker. Siyasal iktidarın kötüye kullanımı, toplum önünde ortaya konan yasaların yapılışı ve uygulanışı kamu önünde gürültülü toplantılarla gerçekleşir. Basın ve kamuoyu, mutlakıyetin kara göklerinde parlak bir kuyruklu yıldız gibi modern dünyaya ışık saçar” ifadelerine yer vermektedir.  
Basın sayesinde, yazın hayatında bazı yenilikler de yaşanmıştır. John Keane, kitabında bunlara da değinmektedir. Bu değişikliklerin başında yazım kuralları gelmektedir. Bu sayede metinler nitelik kazandı ve okunmaları kolaylaştı.
“Rönesans dönemi metinlerinin sıkışıklığı ve kesilmeden devam edip gitmesi on yedi ve on sekizinci yüzyıllarda bozulmaya yüz tuttu. Görsel olarak sıkışık olan dinsel metinlerin insana huşu veren uyumu çözülmeye başladı. Yayımcılar metinleri ayrı birimlere bölmeye başladılar. Beyaz siyaha baskın çıktı. Sayfa ferahlatıldı. Paragraflar çoğaldı; ayırma teknikleri sayesinde söylemin düzeni daha gözle görülür hale geldi.[14]
John Keane, basının aynı zamanda ağır vergilere tabi olduğuna değinmekte bu yükün uzun süre devam ettiğini vurgulamaktadır.
“On dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar basılı malzemelerin maliyeti ağır pul vergileri nedeniyle aşırı derecede yüksektir. Bu verilerin kökeni 1712’ye gidiyordu. Kraliçe Anne’in Muhafazakar bakanları, gelirleri artırmak (ve muhalif basına bir darbe indirmek) için gazete, risale ve ilanlara ağır vergiler koymayı uygun görmüşlerdi. Sofu “pazarları asla”cılar, yani Pazar günleri balık ve süt satışı dışında her türlü ticarete karşı olan koyu Hıristiyanlar, Pazar günleri okuma merakını toplum ahlakına yönelik büyüyen bir tehdit olarak kınadılar. Ticaret ve zanaat erbabını broşür yazarak ya da birahanelerde gazete okuyarak işlerini ihmal etmekle suçladılar. Bakandan gelen bir emirle matbaacılar, bazen hurufat ve kağıtlarıyla birlikte yakalanıp gözaltına alınırdı. Gazete muhabirlerinin Parlamento’ya girmeleri kolay olmadı; 1875’e kadar bir anda salondan kapı dışarı edilmeleri işten değildi. Gazeteciler ve gazete satıcıları takip edilir, kimi zaman gözleri korkutularak boyun eğmeleri sağlanırdı. Okuma odalarının ruhsatı keyfi olarak iptal edilirdi. Sokaklarda şarkı söyleyerek gazete satan kadınlar sık sık toplanır, yargıç kararıyla dilenci oldukları gerekçesiyle Bridewell’e atılırlardı. Çocuklar okumaktan aciz oldukları ama mahkemenin sonradan isyankar bulduğu gazeteleri sattıkları için hapse atılırlardı.”[15]
John Keane’nin “Klasikler” olarak nitelediği, ilk kuramcılara yönelik eleştirileri de var. Onların özellikle oto sansürü göremediklerine değinen Keane, “enformasyon üretme, gönderme ve alma” süreçlerinin karmaşıklığına vurgu yaparak ilk dönem düşünürlerinin bu süreci daha basit algıladıkları kanaatine sahiptir. Oto sansürün sebebinin totalitarizm olduğunu belirten Keane, ancak tek sebebin bu olmadığı görüşündedir: “Sansür çok farklı bir kılığa da bürünebilir. İçimizde yankılanabilir, benliğimize yerleşebilir, peşimizdeki casus, sakın fazla ileri gitme diyen özel katibemiz olabilir. İçimizdeki sansürcü durmadan pabucun palalı olduğunu hatırlatır bize: Şöhretimiz, ailemiz, mesleğimiz, işimiz, şirketimizin yasal durumu tehlikededir. Çenemizi kapamamıza, titrememize, hafifçe gülümseyerek bir kez daha düşünmemize neden olabilir. Egemen görüşleri can simidi yapar, “gramofon beyin”li (Orwell) olmaya teşvik eder, çocuklarımıza ve dostlarımıza kadar uzanır bu sansürcünün eli, onlara gerçek düşüncelerini söylememeyi öğreti. İki büklüm duruşumuzda, dikkatli ve saygılı giyimimizde ama her şeyden önce entelektüel korkaklığımızda, sade suya tirit mizahımızda, tembel hayal gücümüzde ve köşesiz sözcüklerle sarmalanmış müraice görüşlerimizde yaşar o.[16]
Deregülasyon
John Keane, “deregülasyon” ana bölümüne Friedrich Hayek*in, “Günümüzde özgürlüğe yönelik en büyük tehlike… yalnızca kamu yararına olarak gördükleri şeylerle uğraşan iş bitirici uzman kamu yöneticilerinden gelmektedir” özdeşiyle giriş yapmaktadır.
John Keane, kitabına “Madem ki ‘basın özgürlüğü’ hakkındaki modern ideal daha en başından bu kadar kusurluydu, onu doğumundan üç yüzyıl sonra niçin zahmet edip tartışalım?” sorusunu sorarak başlıyor. “Basın özgürlüğü’ konusunda eski söyleminin güçlü ve zayıf yanlarının değerlendirilmesinin günümüzde önemli olduğunu ifade eden Keane, bunun “geçmişin bulutları arasında dolaşmak” olmadığını savunuyor. Keane, kitle medyasının büyük bir tartışmanın ortasında bulunduğunu öne sürüyor ve bu tartışmaların “devlet merkezci” egemen görüşü bunalıma soktuğunu düşünüyor. John Keane, burada küresel medya patronu Rupert Murdoch’a atıfta bulunuyor ve onun için “devlet denetimi altındaki medya kavramına karşı açtığı şiddetli savaş eski ‘basın özgürlüğü’ dilinin olağanüstü bir biçimde yeniden canlanışını çok iyi temsil ediyor” ifadesini kullanıyor. Keane, Murdoch’un Pazar rekabetinin basın ve yayın özgürlüğünün kilit koşulu olduğunda ısrarcı olduğunun da altını çizmektedir.
Thomas Paine’in ve “basın özgürülüğü”nün öteki ilk modern savunucularının naaşlarının mezardan çıkarılmasında yalnızca Murdoch gibi medya endüstrisi isimleri değil, Pazar liberalizmini savunan aydınlar, siyaset adamları, hükümet yetkilileri ve Roma Antlaşması gibi ulusüstü anlaşmaların destekçileri de önemli roller oynadılar. Mezar hırsızlığına soyunan bu Pazar liberalleri, devlet düzenlemesine sövüp sayarken, tüm okurlar, dinleyiciler ve seyirciler için yeni bir çağın şafağının sökmekte olduğunu ilan ediyorlar “deregülasyon”, pazar liberallerinin tezinin idee fixe’idir.[17]
John Keane, burada kamu yayıncılığına yöneltilen eleştirilere geniş yer vermektedir. “Devlet tarafından yönetilen ya da korunan medya kuruluşları, hele yapımcılık ve telekomünikasyon alanlarında iseler, yaylım ateşe tutulur” diyen Keane, bu tür yayınların, “maliyetleri ağır” ve “hantal” oldukları için “adım atacak durumda” olmadıkları yönünde eleştirildiklerini ifade etmektedir.
Kamu yayıncılığı dendiğinde akla ilk gelen isim, küresel ölçekte yayın yapan İngiliz BBC kuruluşu olmaktadır. Keane de kamu yayıncılığına yönelik eleştirilerde örnek olarak BBC’yi kullanmıştır.
İngiltere’de denir ki, BBC_ITV düopol’ünün yapım ve yürütme harcamaları kadro ve fatura şişkinliği yüzünden anormal derecede yüksektir. İddiaya göre bu rahat düopol sırtını, pahalı yemekler yiyen ve bol keseden harcamalar yapan gereğinden kalabalık çekim ekiplerine ve fena halde şişmiş bir idari kesime dayamıştır. Değirmenin suyu ya hane başına konmuş bir çeşit vergi tekelinden “BBC’nin ruhsat harcı) ya da reklam gelirleri tekelinden (ITV’de olduğu gibi) gelmektedir. Kamu hizmetinin temel ilkesi olan evrensellik-yani yayımcılıkların geniş kitlelere seslenen, tüm beğenilere hitap eden programlar yapması ve bütün ülkeye eşit sayıda kanal sağlaması zorunluluğunu getiren ilke- aslında medyada rekabet ve seçenek ilkelerinin boynuna asılmış bir değirmen taşından başka bir şey değildir.”[18]
Keane, Pazar liberalleri tarafından yöneltilen bir eleştiriye daha dikkat çekmektedir. O da reklam endüstrisi… Medyanın izleyicilere program, reklamcılara ise izleyici bulması gerektiğini vurgulayan Keane, Pazar liberallerinin burada devlet tarafından korunan medyanın reklam konusunda “çok feci biçimde başarısız” olduğu, reklama yeterince yer açılmadığı ve fiyatların yüksek olduğu yönündeki görüşlerine değiniyor ve tartışıyor.
John Keane, konuyla ilgili kendi düşüncesini de ifade etmektedir. Ona göre “kamu hizmeti yayımcılığı kişisel ihtiyaç ve kaygıların temsilini sınırlamakta”, “seçme alanını sıkıştırmakta”, “daraltmakta” ve “azaltmakta”dır. “Kamu hizmeti yayımcılığı ifade özgürlüğünü tehdit eder” diyen Keane, burada BBC’nin ilk Genel Müdürü Lord Reith’e konuya ilişkin bir sözünü hatırlatmaktadır: “Zaman zaman, halka kendi istediğini değil de bizce ihtiyacı olduğuna inandığımızı verdiğimizi söyleyenler oluyor. Şunu unutmayalım ki, insanların pek azı ne istediğini daha bile azı neye ihtiyacı olduğunu bilir”
Pazar liberallerinin, deregülasyon taleplerini ayrıntılı bir şekilde aktaran Keane, bu görüşe karşı görüşe, özellikle sola eğilimli yaklaşımlara da yer vermektedir. Keane, bu kesimin, Pazar liberalistlerin önerileri karşısında “telaşa kapılmış durumda” olduklarını ifade etmektedir. Yazar, bu ikinci kesimin rekabete dayalı pazar önerilerini, “medyanın Amerikanlaştırılması” olarak değerlendiriyor, aslında büyük medya şirketlerinin isteğinin de bu yönde olduğunu vurguluyor.
Kitle Kültürü Kuramı’nın yaklaşımına da değinen John Keane, Ernest ven Haag, T. S. Eliot, R. P. Blackmur gibi isimlerin radyo ve diğer elektronik medya teknolojilerini iyi kullanan kişileri küçümseyerek yaklaştıklarını, aktarmakta; ticarileşmiş medyaya geleneksel kültürel otoritelere saygıyı sabote etmek, aile, din ve cemaate odaklanan geleneksel değerleri yıpratmak, edilgen tüketicilerden oluşan saf insan sürülerini manipüle etmek ve kandırmakla suçladıklarının altını çizmektedir.
John Keane, Adorno ve Horkheimer’in görüşlerinin de buna benzer olduğunu vurguluyor. Keane, eleştirel medya kuramlarının yaklaşımlarını yetersiz bulduğunu ifade ediyor.
Basın özgürlüğünün savunucuları eleştirilerini daha çok pazara dayanan iletişim medyasının devlet tarafından denetlenmesine yöneltmişlerdi. Bugün ise, tam tersine, ‘basın özgürlüğü’nün dostlarının şunu anlamaları gerekiyor: İletişim pazarları iletişim özgürlüğünü kısıtlamaktadır; pazara girmek isteyenlere karşı engeller koyarak, tekellere izin vererek, seçenekleri sınırlayarak ve enformasyonun egemen tanımını kamusal yarar kavramından uzaklaştırıp özel olarak tasarruf olunabilen bir metaya yaklaştırarak yapmaktadır bunu. Özetle, iletişim özgürlüğü ile pazardaki sınırsız özgürlük arasında yapısal bir çelişki bulunduğunun kabulü zorunludur; fikir pazarındaki bireysel seçim özgürlüğüne ilişkin Pazar liberali ideoloji, tüzel söyleve ayrıcalık tanımaya ve yatırımcılara yurttaşlardan daha fazla seçenek vermeyi haklı göstermeye yaramaktadır. Dev boyutlardaki firmaların, yurttaşların ne dinleyip ne okuyacaklarını ve ne seyretmelerinin örgütleyip kararlaştırmalarının, yani sansür etmelerinin, mazeretinden başka bir şey değildir.[19]
Demokratik Leviathan
Bölüm, Simone Weil’in “Egemen ve merkezi her devlet potansiyel olarak saldırgan ve diktatörcedir” sözüyle başlıyor.
John Keane, bu bölümde “basın özgürlüğü” nün “ulusal güvenlik” gerekçesine sığınılarak yeni siyasal yöntemlerle sınırlandırmasına değinmektedir. Günümüzde tüm demokratik rejimlerin göbeğinde despotizm çekirdeği bulunduğunu öne süren Keane, “Artık yeni bir siyasal sansür dönemine, demokratik Leviathan çağına giriyoruz” demektedir.
Keane, bunları 5 ana başlık altında açıklamaktadır.[20]
1-     Olağanüstü hal erkleri: Medyayı zorbalıkla sindirerek yola getirme girişimidir. Bu talimatlar, tehditler, yasaklamalar ve tutuklamalarla yürütülen bir süreçtir. Keane bu yöntemi yayın öncesi ve yayın sonrası olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Ön engelleme süreci konuşarak başlayıp, zor kullanmaya kadar uzanan bir süreci kapsamaktadır. Yayım sonrası sansür ise baskı aşamasıyla başlayıp dağıtıma, yayının toplatılmasına kadar uzanan bir süreci kapsamaktadır. Keane göre yayım sonrası sansür, gazetelerin, matbaaların, radyo ve televizyon istasyonlarının kapatılmasına kadar gidebilir. Keane, burada Fransız hükümetinin Cezayir savaşı sırasında basına alenen sansür uygulamasını örnek olarak vermektedir.
2-     Silahlı gizlilik: Modern devletlerdeki silahlı (asker, polis, istihbarat) unsurlara dikkat çeken John Keane, devlet yetkililerinin yerli ve yabancı hasımlarının etkinliklerini gözetleyen bu unsurların demokratik devletlerin normal özelliklerinden olduğunu kabul etmekte, ancak aynı zamanda siyasal demokrasiye ve iletişim özgürlüğüne taban tabana zıt olduklarını da öne sürmektedir.
3-     Yalan söylemek: John Keane, siyasette yalan söylemeyi demokratik yönetimlerin özelliklerinden biri olarak saymakta, ABD’yi ise bu hususta en mahir ülke olarak göstermektedir. Halkla ilişkiler ve basın birimlerinin kurumlar ve liderler adına imaj oluşturma gibi bir misyon edindiklerini belirten Keane, sansürün de burada başladığını ifade etmektedir. Keane, yapılan açıklamaların önceden denetlendiğini ve sıkı bir eşgüdümden geçirildiğini, basın toplantılarının cumhurbaşkanlığının görüşlerini yaymak için kullanıldığını, her muhabirin toplantılara alınmadığını, toplantılara katılanlara hangi soruların sorulacağının önceden bildirildiğini, ek sorular sorulmasına izin verilmediğini, kimi gazetecilerin mesleki ilerlemeleri ile hükümet hakkındaki eleştirel görüşleri arasında bir seçim yapmalarının istendiği, hükümetle çatışan gazetecilerin ise kaynaklara ulaşmasının önüne geçildiğini belirtmekte, bunun da basın özgürlüğüne aykırı olduğunu söylemektedir.
4-     Devlet reklamcılığı: John Keane, Batı demokrasilerinde devletin önemli bir reklam veren konumunda olduğunu belirtmekte ve İngiltere örneğini vermektedir. İngiltere’nin yaklaşık 200 milyon sterlin bütçeyi reklama ayırdığına değinen Keane, bu rakamın ülkede Unilever firmasının ardından ikinci büyük reklam bütçesi olduğunu ifade etmektedir. Reklam kampanyalarının akla gelebilecek her türlü siyaset konusunu kapsadığına değinen Keane, bunun ise seçimle iş başına gelen hükümetler için muazzam bir şantaj silahı olduğuna dikkat çekmektedir. John Keane, medyanın reklama ne kadar ihtiyacı olduğunu hatırlattıktan sonra, bir önceki maddede değinilen “yalan söyleme”nin de burada devreye girdiğini belirtiyor. Reklam ilişkisiyle devlet organları medyayı istedikleri şekliyle kullanabiliyorlar. Siyasetçi, gazeteci ve enformasyon memurları ilişkilerine dikkat çeken Keane’ne göre, “Gazetecilikteki mülakat türünün dış biçimi olduğu gibi muhafaza edilmekle birlikte mülakat yapılan kişi tarafından konmuş olan kurallar (yayının süresi, mülakatın zamanlaması ve ‘sonsöz’ söylemenin önemi bakımından) olayı belirliyor. Politikacıların halka cevap vermesini sağlayacak soruların yerini, politikacıları memnun edecek ve onların istediklerini söylemelerini sallayacak sorular alınıyor. Gazetecilek politikacıların emrine giriyor.”
5-     Korporatizm: John Keane, korporatizmi, çıkar grupları ve örgütlerine pazarlıkla resmi statü veren bir devlet müdahalesi süreci olarak değerlendirmiştir. Keane burada korporatizmi, medya ilişkileri açısından ziyade sivil toplum-devlet ilişkileri açısından bir yaklaşımla açıklamıştır. Medya, kendi meslek örgütleri aracılığıyla, belki dolaylı olarak ilişkilendirilebilir.
Kamu Hizmeti Medyası
John Keane,bu bölüme, Raymond Williams’ın “Kamu hizmeti fikri kamu tekeli fikrinden mutlaka ayrılmalı ama gerçek anlamda kamu hizmeti kalmalıdır. Bunu başarmanın tek yolu yeni tür bir kurum yaratmaktır” sözleriyle başlamaktadır. Keane, bu bölümde, kamu yayıncılığının varlığını karşıt görüşleri ele alarak tartışmaktadır. Kamu yayıncılığını savunanların ağırlıklı olarak başvurdukları “program kalitesi” söylemine, karşıt görüşlülerin, “kalite” kavramının soyutluğunu tartışmaya açarak karşılık verdiklerine değinen Keane, “‘iyi’ ve ‘kaliteli’ medyanın nasıl bir şey olduğu artık fena halde tartışmalı. ‘kalite’ kelimesinin nesnel bir temeli yok, yalnızca eninde sonunda birbiriyle çatışan, kamuoyunda manipülasyona açık çelişkili anlamları var” ifadesini kullanıyor.
John Keane, Pazar liberallerinin, “kalite” yaklaşımına da değiniyor ve liberallere göre “izleyici bağımsız tüketicilerden oluşmuştur ve en pratik kalite ölçüsü onların yaptıkları seçimlerdir.”
Keane, medya patronu Rupert Murdoch’un sözlerine de sık başvurmaktadır. Murdoch’un “kalite bakanın gözlerindedir” sözüne atıfta bulunan Keane, ayrıca onun kamu hizmeti tanımı da yer vermektedir: “Kamuya, kamunun istediği bir hizmeti, kamunun gücünün yeteceği bir fiyatta, ülke yasalarına uygun olarak sağlayan herkes kamu hizmeti vermektedir.”
John Keane, Murdoch’un bu görüşünü, “Pazar sansürü”nü çözmediği için reddetmektedir. Basın özgürlüğünün korunması için kamu hizmeti iletişim sisteminin geliştirilmesi gerektiğini düşünen Keane, pazar liberalizminin kusurlarının da ancak bu şekilde giderilebileceği düşüncesindedir.
Keane’nin burada tartışmaya açtığı bir diğer konu da egemenlik kavramıdır. Özellikle, uluslar arası siyasal kuruluşlarının hukukunun ne olması gerektiğini sorgulamakta ve konuyu küresel medyaya getirmektedir.
Küresel iletişim medyasının mülkiyeti ve işletilişine ilişkin başka sorunlar da ortaya çıkıyor. Teknolojinin edinilmesi ve bakımı çok pahalı olduğu için, uyduların mülkiyeti, fırlatılması ve denetimi birkaç zengin ülkenin denetiminde bulunuyor. Farklı uzay iletişim kanalları arasında bilgi değişimini kolaylaştıracak ortak teknik standartlar hala eksik…. Belirli coğrafi bölgelere yönelik vericiler olarak çalışmak üzere Ekvator üzerindeki sabit yörüngeye fırlatılabilecek uyduların sayısının sınırlı olması da sorun yaratıyor. Uydu yörüngeleri ve frekanslar konusunda uzayın topluca dünyaya ait olduğunu öne sürenlerle, sayılarının çokluğuna güvenerek kararın kendilerince verilmesi gerektiğini söyleyen hükümetler arasında yoğun bir uluslar arası tartışma var. Yeni tartışma konuları da belirlemekte: uyduların gizli istihbarat toplama, askeri fotoğrafçılık ve telefon dinleme için kullanılıp kullanılamayacağı gibi.[21]
John Keane, çoğulcu hedefler güden haber yayımcılarına yönelik pozitif ayrımcılık uygulanmasını dile getirmektedir. İletişim özgürlüğü adına “yayın yoluyla hakaret yasaları”nın kaçük fikir üreticilerinin lehine gevşetilmesi gerektiğini ifade eden Keane, aksi durumda küçük medya işletmelerinin büyük şirketler ve profesyonellerin açacağı davaları kaybetmeleri durumunda yayınlarını sürdürmelerinin imkansızlaşacağının altını çizmektedir.
Demokrasi, Riskler ve Geri Adımlar
John Keane, bu bölüme, Thomas Carlyle’in “Hurufat denen şeyle yazı kopyacılarının işini azaltan kişi, kiralık orduları dağıtıyor, nice kral ve meclisin işine son veriyor, yepyeni bir demokratik dünya yaratıyordu: Basım sanatını icat etmiş kişiydi o”sözüyle başlamaktadır.
Yazar, bu son bölümde kitapta değindiği ifadelerin genel bir özetini yapmakta, basın özgürlüğünü savunanların, farlı iletişim pazarlarında, yasal düzenlemelere de bağlı kalarak bunun nasıl sağlanacağı üzerinde kafa yormaları gerektiğini ifade etmektedir.
 Keane, bu bölümde kamu yayıncılığına tekrar değinmekte, çoğulculuğa karşı evrenselliği savunmaktadır. Yazar, yeni kamu hizmeti modeli için ise Çek mizahçı Jan Werich’un şu gözlemine atıfta bulunmaktadır: “Erk kullananların aptallığına karşı girişilecek olan mücadele, hiçbir işe yaramayan tek insani mücadeledir ama ondan asla vazgeçilemez”
SONUÇ
Bu kitabında, “basın özgürlüğü” tarihinden kısa bir kesit sunan Prof. Dr. John Keane, kitabın genelinde yayıncılığa ilişkin farklı görüşlere ayrıntılı olarak yer vermekte, bu görüşlerin eksik yönlerine dikkat çekmektedir. “Basın özgürlüğü” kavramının doğuşu ve mücadele tarihi ile ortaya atılan ve günümüzde çoğunlukla unutulmuş kuramlara kitapta yer verilmektedir. Keane, ilk kuramcıların, “enformasyon etkileşim yoğunluğunu” ve “kamuoyu”nu ıskaladıklarını, daha tekdüze kaldıklarını öne sürmektedir.
Kitapta, kitle iletişim araçlarının, sahipliği de geniş bir şekilde ele alınmakta karşıt görüşlere yer verilmektedir. Bu görüşlerin, “basın özgürlüğü”nün yanı sıra özellikle “kalite”  ve “maliyet” kavramları üzerinden şekillendiği görülmektedir. John Keane ise meseleye daha çok “sansür” açısından bakmaktadır.
Liberal görüşün, kamu yayıncılığına yönelik eleştirilerine genel olarak katılan Keane, ancak pazar rekabetinin, “sansür sorunu”nu çözmediği görüşündedir. Kitapta dikkat çeken eksiklik ise iletişim bilimcilerin, “sansür”ü ortadan kaldıracak daha iyi bir kamu yayıncılığı modeli konusunda kafa yorması gerektiğini belirtirken kendisinin bu konuda açık bir öneride bulunmamasıdır.





[1] http://www.johnkeane.net/bio/ 09.11.2016
[2] http://www.johnkeane.net/bio/ 09.11.2016
[3] John Keane, Medya ve Demokrasi, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2015, s.14
[4] Keane, age, s.15
[5] Keane, age, s.15
[6] Keane, age, s.15-16
[7] Keane, age, s.17
* Amerika Birleşik Devletleri’nin üçüncü başkanıdır. 1801-1809 tarihleri arasında başkanlık yapmıştır.
[8] Keane, age, s. 20
[9] Keane, age, s. 20
[10] Keane, age, s.21
[11] Keane, age, s. 22-23
[12] Albert Altman, “ ‘Shimbunshi’: The Early Meiji Adaptation of the Westernstyle Newspaper”, aktaran, Keane, age, s. 24
[13] Keane, age, s.27
[14] Bruno Delmas ve Henri-Jean Martin, Histoire et pouvoirs de l’ecrit, Paris, 1988, aktaran, Keane, age, s. 43
[15] Keane, age, s.46-47
[16] Keane, age, s. 51
* Friedrich Hayek (Viyana, 1899- Freiburg, 1992) Avustrya ekolüne bağlı ekonomist ve siyaset bilimci. Sosyalizme karşı piyasa ekonomisini savunmuştur. 1974'te Nobel Ekonomi Ödülü'nü düşünsel rakibi Gunnar Myrdal ile paylaştı.
[17] Keane, age, s.63
[18] Keane, age, s.64
[19] Keane, age, s.93
[20] Keane, age, s.98
[21] Keane, age, s. 133

1 yorum: